Osmanlı Devleti’nde 1831 Öncesi Nüfus Kaydı Olmadığından Vakıf Evlatlığının Tespiti Davasının Reddedilmesi

Yazının devamında vakfın ikinci özelliğinin ise serbest vakıf olduğu, Devlete ait toprakların sadece padişahlar ve vezirler tarafından serbest olarak vakfedildiği, burada vakfedilen şeyin toprağın rakabesi veya tasarruf hakkı değil sadece vakıf sahada yaşayan kişilerden alınan vergiler olduğu, bu tür vakıfların gelirlerinin, Devlet bütçesinden karşılanması gereken hizmetlere ayrıldığı; serbest vakıflara timar ve mülk idarecilerinin (sancakbeyi, subaşı gibi) giremeyeceği ve vakıf bölgede teftişde bulunamayacakları, vergi toplayamayacakları; bu görevlerin tamamen vakfın mütevellisine bırakıldığı, Selâtin vakıflarında bu şekilde bir uygulamaya gidilmesinin sebebinin vakfı çeşitli müdahalelerden uzak tutmak olduğu anlaşılmaktadır. Bu açıklamalardan anlaşıldığı üzere ortada güçlü delil olmadığı gibi, bir an için var olduğu düşünülse dahi, aksi dosya içeriği ile kanıtlanmıştır.

T.C YARGITAY
.Hukuk Genel Kurulu
Esas: 2007/ 18-293
Karar: 2007 / 310
Karar Tarihi: 30.05.2007

(HGK. 13.04.1984 T. 1982/14-79 E. 1984/419 K.) (HGK. 17.12.2003 T. 2003/18-767 E. 2003/771 K.) (HGK. 24.02.1943 T. 1942/27 E., 1943/11 K.)

Taraflar arasındaki vakıf evlatlığının tespiti davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Ankara Asliye 5.Hukuk Mahkemesince davanın reddine dair verilen 21.12.2005 gün ve 2003/816 E. 2005/470 K. sayılı kararın incelenmesi davacı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 18.Hukuk Dairesinin 19.9.2006 gün ve 2006/6089 E. 6541 K. sayılı ilamı ile;

(…Davacı, Süleyman Şah oğlu Ertuğrul Bey (Gazi) Vakfının evladı olduğunun tespitini istemiş; mahkemece yapılan yargılama sonunda davacının vakfeden ile soybağının ispat gerekçesi ile davanın reddine karar verilmiştir.

Oysa;

Davacının, Ankara 7.Asliye Hukuk Mahkemesince verilen ve Yargıtay 6.Hukuk Dairesinin 1986/4020-6433 sayılı kararı ile onanıp kesinleşen ilamı ile Sadrazam Sokullu Mehmet Paşa Vakfının evladı olduğuna karar verildiği, Sokullu Mehmet Paşa’nın padişah Kanuni Sultan Süleyman’ın torunu Padişah 2.Selim’in kızı Esmehan (İsmihan) Sultan ile evli olduğu, davacının Yargıtay’ca onanarak kesinleşen Beyoğlu Asliye 2.Hukuk Mahkemesinin 2001/623-2004/61 sayılı kararı ile Esmehan (İsmihan) Sultan vakfının evladı olduğuna karar verildiği, davacının Yargıtay’ca onanarak kesinleşen Ankara 4.Asliye Hukuk Mahkemesinin 2002/73-2002/760 sayılı kararı ile Esmehan Sultan’ın babası padişah 2.Selim’in kurduğu vakfın evladı olduğuna karar verildiği, ayrıca davacının Yargıtay’ca onanarak kesinleşen Ankara 4.Asliye Hukuk Mahkemesinin 2002/72-763 sayılı kararı ile Padişah 2.Selim’in babası Padişah Kanuni Sultan Süleyman’ın kurduğu vakfın evladı olduğu Yargıtay’ca onanarak kesinleşen Ankara Asliye 30.Hukuk Mahkemesinin 2002/910-2003/246 sayılı kararı ile Padişah Kanuni Sultan Süleyman’ın babası Padişah Yavuz Sultan Selim’in kurduğu vakfın evladı olduğu, Yargıtay’ca onanarak kesinleşen Ankara Asliye 21.Hukuk Mahkemesinin 2002/903-2003/375 sayılı kararı ile padişah Yavuz Sultan Selim’in babası Padişah 2.Beyazıt’ın kurduğu vakfın evladı olduğu, Yargıtay’ca onanarak kesinleşen Ankara Asliye 23.Hukuk Mahkemesinin 2003/854-2004/345 sayılı kararı ile Padişah 2.Beyazıt’ın dedesinin babası padişah 1.Beyazıt’ın kurduğu vakfın evladı olduğu, Yargıtay’ca onanarak kesinleşen Ankara Asliye 6.Hukuk Mahkemesinin 2003/860-2004/144 sayılı kararı ile Padişah 1.Beyazıt’ın babası Padişah 1.Murat’ın (Hüdavendigar) kurduğu vakfın evladı olduğu ve yine Yargıtay’ca onanarak kesinleşen Ankara Asliye 18.Hukuk Mahkemesinin 2003/1350-2004/668 sayılı kararı ile Padişah 1.Murat’ın babası Orhan Bey’in kurduğu vakfın evladı olduğu anlaşıldığından ve muteber Osmanlı tarihi kitaplarından çıkartılan aile şecerelerine, Başbakanlık Devlet Arşivi belgeleri göre davaya konu vakfın kurucusu Süleyman Şah oğlu Ertuğrul Bey’in (Gazi) adı geçen vakıf kurucuları Osmanlı Padişahlarının büyük dedesi olduğu, böylece davacı ile vakfeden arasında soybağının ispat edildiği anlaşıldığından, mahkemece davanın kabulüne karar verilmesi gerekirken, yerinde bulunmayan gerekçelerle reddi doğru görülmemiştir……) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargı sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.

TEMYİZ EDEN: Davacı vekili

HUKUK GENEL KURULU KARARI

Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:

Dava, vakıf evladı olduğunun tespiti isteğine ilişkindir.

Davacı, murisi olduğunu iddia ettiği Süleyman Şah oğlu Ertuğrul Gazi’nin kurduğu vakıfların davalı idarede tescilli olduğunu, Ankara 21.Asliye Hukuk Mahkemesinde görülen 2002/903 Esas sayılı dosyada, Ertuğrul Gazi’nin torununun torunu Padişah 2. Bayezid ile irsen soybağının tespit edildiğini ve evladiyet kararı verildiğini, bu nedenlerle Süleyman Şah oğlu Ertuğrul Gazi Vakıflarının da evladı olduğunun tespitini talep ve dava etmiştir.

Davalı Vakıflar İdaresi vekili, davacının davada hukuki yararının bulunmadığını, davanın galle fazlasına-müstehak evlat olduğunun tespiti biçiminde açılması gerektiğini ileri sürerek öncelikle hukuki yarar yokluğundan davanın reddine karar verilmesini, aksi halde vakfiyenin ve davacının nüfus kayıtlarının getirtilerek bilirkişi vasıtasıyla davacının intifa hakkını almaya hak kazanan evlattan olup olmadığı hususunda gerekli araştırmanın yapılmasını, davacının davasını ıspat etmesini cevaben bildirmiştir.

Yerel mahkemece davanın ispat edilemediğinden reddine karar verilmiş; hüküm Özel Dairece yukarıda yazılı gerekçeyle bozulmuştur.

Hukuk Genel Kurulu’nda yapılan görüşmeler sırasında davada dayanılan Biga Asliye Hukuk Hakimliğinin 1960/124-121 Esas, Karar sayılı veraset belgesinin iptali için Ankara 5.Sulh Hukuk Mahkemesinde açılan ve devam eden 2005/975 Esas sayılı davanın sonucunun beklenip beklenmeyeceği önsorun olarak görüşülmüş, yapılan tartışmalar sonunda anılan dosyanın beklenmesine gerek olmadığına karar verilmiş, işin esasının görüşülmesine geçilmiştir.

Dava konusu vakıf, Osmanlı dönemine ait bir vakıftır. Bu nedenle davayı Osmanlı Vakıf Hukuku düzenlemelerine göre incelemek gerekir. Osmanlı tatbikatında vakıf; bir malı mülkiyetten çıkarıp menfaatlerini belli şartlarla, ebedi olarak bir hayır cihetine tahsis etmek demektir.

Vakıf, kamu veya özel nitelikte kurulsa dahi hukuki bir tasarruf olduğunda şüphe yoktur. Ancak, hukuki tasarruflar, tek taraflı ve iki taraflı irade beyanı çeşitlerine ayrılmaktadır. O halde vakıf, hangi tür irade beyanına göre kurulmaktadır. Osmanlı hukukçularına göre; ister kamuya, isterse özel cihetlere tahsis edilsin veya birinci derecede vakıftan yararlanacak belli şahıslar bulunsun veya bulunmasın vakıf tek taraflı bir hukuki muameledir. Vakfedenin (vâkıf) icabıyla (irade beyanıyla) kurulur.

Vakıf muamelesinin bağlayıcılık kazanması için hakimin yargılama sonucunda vakfın lüzumuna karar vermesi gerekir. Osmanlı tatbikatında buna tescil denilmektedir. Bir vakıf muamelesinin hem sahih hem de lâzım olabilmesi için tescili şart koşulmuştur. Tescil ile, vakfiyet ile verilen hükümler tarafları ve bütün hükmi şahısları bağlar. Artık hiçbir kimse vakıf mal aleyhinde mülkiyet ve istihkak iddiasıyla dava açamaz.

Vakfın konusunun, mütekavvim (dayanıklı) olması gerekir. Hukuki terim olarak menkul (taşınır), gayrimenkul (taşınmaz) mal olması gerekir. Yani vakfın konusunu teşkil edecek mal veya mülkün aynı olması gerekir. Aynı, müşahhas (somut) olan şeylere denir ve taşınır-taşınmaz malları kapsamına alır. Vakıf konusunu teşkil edecek malın, sonradan meydana gelebilecek anlaşmazlıkları önleyecek kadar bilinmesi ve belirli olması (malum ve muayyen) olması gerekir. Ayrıca vakfedilen mal, vâkıfın mülkü olmalı, ortaklık durumu söz konusu olmamalıdır.

Vâkıfa ait mülk, vakfedildikten sonra kimin olacaktır.Osmanlı hukukçuları vakıf malların mülkiyetinin ….Allahın mülkü hükmünde… diyerek hükmi bir şahsiyete intikal ettiğini açıkça söylemektedirler. Vakfın hukuki sonucu vakfedilen malın aslının hapsi ve menfaatinin Allahın kullarına ait olmasıdır. (Ebu-Üla Mardin, Ahkam-ı Evkaf, Ömer Hilmi Karinabadizade Ahkamül Evkaf) Vakıf muamelesiyle vakfedilen mal, bir çeşit manevi dokunulmazlık kazanır. Artık vakıf mal üzerinde, mülkiyet konusu bir malmış gibi tasarruf olunamaz.

Özel mülkiyetten çıkan Allahın kullarına ait olan vakfın gayesinden kimler yararlanacaklar. Bir vakıf, vakıftan yararlanansız (mevkufunaleyhsiz) olamaz. Aksi takdirde israf yapılmış olur ki bu da yasaklanmıştır. Vakıftan amaç, vakfedenin devamlı olarak sevabını devam ettirmesi olduğuna göre, vâkıfın, hayra yönelik olarak vakfın gelirini tahsis etmesi gerekir. Ancak, tatbikatta her zaman böyle olmamış, bazen vakıf menfaatlerini evlatlarına tahsis ettikleri de olmuştur. Vakıftan yararlananlar özel ve tüzel kişiler olabileceği gibi, hastane, köprü, camii ve benzeri taşınmaz mallar da olabilir. Hatta köleler ve hayvanlar lehine yapılan vakıflara İslam ve Osmanlı tatbikatında çokça rastlanmaktadır. (Ali Hikmet Berki, Vakıfların Tarihi, Vakıflar Dergisi VI. sayı)

Vakfın idaresi, tevliyet (velayet) hakkı kimde olacaktır. Vakıf mallar titizlikle korunmaya, kendisinden amaçlanan gayenin tahakkuku için bakıma muhtaçtır. İşletilmesi, elde edilen gelirin dağıtılması gerekir. Bütün bu işleri yapmak, vakfı idare etmek, manevi şahsiyeti temsil etmek için bir velayete (tevliyet) ihtiyaç bulunmaktadır. Vakfın idaresi evlatlara, evladın en büyüğüne bırakılabilir. Evlatlardan en büyüğü kız ise o da vakfı idare edebilir. Erkek olma tercih sebebi değildir. (Ömer Hilmi Karinabadizade, Ahkamül Evkaf)

Yukarıda yapılan açıklamalardan hareketle Osmanlı tatbikatında vakıf; tek taraflı irade beyanıyla kurulan, yargılama sonucunda lüzumuna karar verilen, tescille hüküm ifade eden; konusu malum, muayyen ve dayanıklı bir malın, vakfedenin mülkiyetinden çıkarılıp özel ve tüzel kişilerin yararına, gayesine uygun bir biçimde mütevellilerince idare edilen hukuki müesseselerdir.

Osmanlı döneminde kurulan bir vakfın yukarıdaki esaslar dairesinde kurulup kurulmadığının tespiti ancak vakfın tüzüğü (vakfiye) ile belirlenebilir. Dava konusu Ertuğrul Gazi Vakfına ait vakfiyenin ve evlat kaydının bulunmadığı ve tevliyetinin 10 yıldan fazla açık kaldığı, 2162 sayılı Vakıflar Kanununun 39.maddesi uyarınca mazbut vakıflardan olduğu Vakıflar Genel Müdürlüğünün 5.3.2004 tarihli yazısından anlaşılmaktadır. Bir vakfın adının geçmesi, o vakfa ait malların bulunması; bu vakfın amacının ne olduğunu, vakfı kimin idare ettiğini (tevliyet) ispat için yeterli değildir. (HGK.13.4.1984 tarih, 1983/14-79 Esas, 1984/419 Karar – YKD Aralık 1984, sahife 1778) Vakfın varlığının ve vakıf evladının kim olduğunun ispatı için vakfiyenin bulunması gerekir. Vakfiyeler, vakıf davalarında birinci derecede delillerdir. (Prof.Dr. Ahmet Akgündüz, İslam Hukukunda ve Osmanlı tatbikatında Vakıf Müessesesi, 1988, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Sahife 340) Vakfiyeler, kadimden beri kendileriyle amel olunduğu bilinmedikçe vakıf davalarında yazılı delil olarak kullanılamazlar. (Mecelle md.1739) Vakfiyelerle amel etmenin şartı, bunların ifade ettikleri maddelerin sabit ve meşhur olmasıdır.

Mahkeme sicillerinde kayıtlı bulunan vakfiyeler, muteber yazılı delil olarak kabul edilebilir.

Dava konusu Ertuğrul Gazi Vakfı bakımından vakfiye bulunmadığına göre; vakfın kimin iradesiyle ve hangi amaçla kurulduğunu bilmek mümkün olmadığı gibi, vakıftan kimlerin istifade edeceğini, vakıf evladı bulunup bulunmadığını belirlemek de mümkün değildir.

Davacının irsen soybağı ile dava konusu vakfın kurucusunu (vâkıf) mirasçısı olması, vakıftan yararlanan kişi olmasını gerektirmez.

Dava konusu vakıf, Osmanlı Sultanları ve ailelerine ait vakıflardandır. Bu çeşit vakıfların tevliyetleri saltanat makamına şart koşulduğundan, tevliyet işlerini yürütmek üzere Evkaf Nazırı görevlendirilmiştir. Dolayısıyla bu vakıf, idaresi bakımından mazbut vakıflardandır. Ayrıca dava konusu vakfın Padişah tarafından kurulmuş olması miri arazinin mülkiyet hakkının değil, tasarruf (yararlanma) hakkının belirli bir amaca tahsis edildiği kanaatini uyandırmaktadır. Bu nedenle mülkiyet hakkı itibariyle gayri sahih vakıflardandır. Davacının böyle bir vakfın gelirinden istifade eden kişi olması dolayısıyla vakıf evladı olması düşünülemez.

Davacının dava açmakta hukukî yararı (menfaati) bulunmalıdır. Buna hukukî korunma (himaye) ihtiyacı da denir. (Rechtsschutzbedürfnis) Yani davacının mahkemeden hukuki korunma (himaye) istemesinde korunmaya değer bir yararı olmalıdır. (Prof.Dr. Baki Kuru; Hukuk Muhakemeleri Usulü, 2001 baskı, cilt II, s.1363-1364) Somut olayda yukarıda açıklandığı gibi davacının bu davayı açmakta hukuki yararı yoktur.

Davacı, galle fazlasının kendisine ödenmesini talep etmemişse de esas amacı, sadece manevi tatmin değil, daha sonra açacağı dava ile galle fazlasını talep etmektir. Bu durum, dosya içeriğinden ve daha önce bu nedenle açtığı davalardan anlaşılmaktadır.

Bilindiği üzere, eda davası açılması mümkün olan hallerde, davacının açtığı tespit davasının dinlenilmesi mümkün değildir. Çünkü eda davası sonunda verilen hüküm ile, aynı zamanda dava konusu hukukî ilişkinin var olup olmadığı da tespit edilir.

Evladiyetin tespiti ile ilgili olarak daha önce verilen ve Yargıtay’dan geçerek kesinleşen mahkeme kararlarının görülmekte olan davada kesin hüküm, kesin delil veya güçlü delil teşkil edip etmeyeceği görüşmeler sırasında tartışılmıştır. Değinilen kararların, konuları olan vakıflar ile somut olaydaki vakıfların ve vakıf kurucularının farklı olması nedeniyle kesin hüküm, kesin delil veya güçlü delil teşkil ettiğinden söz etme olanağı bulunmamaktadır. Kaldı ki bozma ilamında belirtilen ve önceden görülüp kesinleşen dosyaların güçlü delil olduğu kabul edilse dahi, güçlü delilin aksi her zaman ispat edilebilir. Bu görüşü Hukuk Genel Kurulu’nun 9.3.1994 gün, 1993/18-878 Esas, 1994/139 sayılı kararı da doğrulamaktadır.

Mahkemece bilirkişi Doç.Dr.Ali Akyıldız’dan alınan raporda …..mahkemeye delil olarak sunulan bütün yargı kararlarının temelinde, 1960 yılında Biga Asliye Hukuk Mahkemesinden alınan ve davacının da içinde bulunduğu bir gurup insanın Sokullu Mehmet Paşa’nın varisi olduğunu tespit eden; ancak, talep edilmediği için pay durumunu da içermeyen bir veraset ilamının yer aldığı; daha ziyade bazı tarihsel bilgiler ile tanık ifadelerine dayandırıldığı anlaşılan bu ilamın, hem şecerede kopukluk taşıdığı, hem de bilimsel usullerle bulunmuş temel tarihsel verilerle çatıştığı görüldüğü;

Davacının, Mülhak Sokullu Mehmet Paşa Vakfının galle fazlasına müstehik olduğuna ilişkin Ankara 7.Asliye Hukuk Mahkemesi kararının da esasen yukarıda söz edilen veraset ilamına dayandırıldığı,

Bütün bunlardan daha önemli olmak üzere, yukarıda detaylı olarak izah edildiği üzere, vakfiyeden kaynaklanan maddi bir talep olmaksızın (vakıf evladı olduğunun tespiti) istemli bir dava açılamayacağı, vakıf hukuku ile ilgisi bulunmayan böylesi bir davada Vakıflar Genel Müdürlüğüne husumet yöneltilmesinin hukuksal bir temeli de bulunmadığı; bazı Yargıtay kararlarında gerekçelendirildiği üzere şayet davacı Ertuğrul Gazi ile nesep ilişkisi kurmak suretiyle manevi tatmin duymak istiyorsa böyle bir davanın genel hükümlere göre (nesep tespiti davası) formunda görülebileceği, bu davanın vakıf hukukuyla ve vakıfla bir ilgisi olmamasına rağmen (Ertuğrul Gazi Vakfının Evladı olduğunun tespiti) talebiyle açılmasının anlamsız ve yararsız olduğu, kaldı ki vakfın değil, ancak vakfeden anlamındaki (vâkıfın) evladı olabileceği göz önünde bulundurulmaksızın yapılan talebin de anlamlı olmadığı…. vurgulanmıştır.

Davacının itirazı üzerine mahkemece yeniden bilirkişi incelemesi yaptırılmış; bu kez bilirkişiler Prof.Dr.Bahaddin Yediyıldız ve Prof.Dr.Mehmet Öz müştereken verdikleri raporda, sonuç olarak …. Kanaatimizce davacı Şükrü Sokullu’nun, Biga Asliye Hukuk Mahkemesinden alınan ve bizce dayanakları belirsiz olan veraset ilamı sonucu çıkartılan şecereden hareketle Sokullu Mehmet Paşa’nın İsmihan ile evliliğinden olan İbrahim Han soyu ile akrabalık, evlatlık ilişkisi kesin kanıtlara dayanmamaktadır.

Bundan dolayı da İbrahim Han’ın soyca bağlı olduğu II. Selim’den itibaren önceki Osmanlı hükümdarlarının ve beylerinin soyundan geldiği iddiası da, Kurulumuzca kesin delillere dayanmayan bir iddia olarak değerlendirilmiştir. Ertuğrul Gazi soyundan olduğu ispat edilse dahi Selâtin vakıflarında bir hak iddia edilemeyeceği için bu tür davaların Vakıflar Genel Müdürlüğünün aleyhine açılmasının yerinde olmadığı kanaatindeyiz… sözleriyle görüşlerini bildirmişlerdir.

Davacının vakıf evladiyetinin tespitini istediği Ertuğrul Gazi ile ilgili çok az sayıda belgenin Ankara’da Tapu Kadastro Genel Müdürlüğü Arşivinde ve Vakıflar Genel Müdürlüğü Arşivi’nde bulunduğu; bu belgelerden, Osmanlı Padişahlarının Bilecik’i Ertuğrul Gazi’ye vakfettikleri ve söz konusu vakfın, aslında tahsisat türünden, gayrisahih olduğu Dr.Mehmet Akif Erdoğru’nun Ertuğrul Gazi’nin Bilecik’teki Vakıfları başlıklı makalesinde anlatılmaktadır. Anılan makalede Ertuğrul Gazi Vakfının Selâtin Vakfı olduğu, Selâtin vakıflarının idaresinin Darüssaade Ağalığına bağlı olduğu, Darüssaade Ağası’nın Selâtin vakıflarını nezaretle vazifeli bulunduğu ve tevliyetin ise padişahların vekil tayin ettikleri kişilere verildiği açıklanmıştır. Yazının devamında vakfın ikinci özelliğinin ise serbest vakıf olduğu, Devlete ait toprakların sadece padişahlar ve vezirler tarafından serbest olarak vakfedildiği, burada vakfedilen şeyin toprağın rakabesi veya tasarruf hakkı değil sadece vakıf sahada yaşayan kişilerden alınan vergiler olduğu, bu tür vakıfların gelirlerinin, Devlet bütçesinden karşılanması gereken hizmetlere ayrıldığı; serbest vakıflara timar ve mülk idarecilerinin (sancakbeyi, subaşı gibi) giremeyeceği ve vakıf bölgede teftişde bulunamayacakları, vergi toplayamayacakları; bu görevlerin tamamen vakfın mütevellisine bırakıldığı, Selâtin vakıflarında bu şekilde bir uygulamaya gidilmesinin sebebinin vakfı çeşitli müdahalelerden uzak tutmak olduğu anlaşılmaktadır. Bu açıklamalardan anlaşıldığı üzere ortada güçlü delil olmadığı gibi, bir an için var olduğu düşünülse dahi, aksi dosya içeriği ile kanıtlanmıştır.

Osmanlılar döneminde 1831 yılına kadar modern anlamda nüfus sayımı ve nüfus kaydı olmadığı, 1831 sayımından sonra gerçek anlamda modern sayımlar ve nüfus kayıtlarının 20.yüzyıl başlarında tutulduğu dikkate alındığında davacının Sokullu Mehmet Paşanın oğlu İbrahim Han’ın torunu olduğunu kanıtladığını söyleyebilmek de yine dosya içeriği ile mümkün görülmemektedir.

Bütün bu anlatılanların ışığında, davacının iddiası, davalı tarafın savunması, bilirkişi raporları ve tüm dosya içeriğine göre davacının davasını ispatladığı sonucuna varılamayacağından, usul ve yasaya uygun bulunan, davanın reddi yönündeki direnme kararının onanması gerekir.

Sonuç: Davacı vekilinin temyiz itirazlarının reddi ile, direnme kararının yukarıda açıklanan nedenlerle ONANMASINA, gerekli temyiz ilam harcı peşin alınmış olduğundan başkaca harç alınmasına mahal olmadığına, 30.05.2007 gününde, ikinci görüşmede oyçokluğu ile karar verildi.

KARŞI OY YAZISI

Davanın konusunu oluşturan Ertuğrulbey Vakfının Vakfiyesi bulunmamaktadır. Davacı; dava açmadaki hukuki, yararını açıklayamamıştır. Direnme hükmü yalnızca bu gerekçe ile onanmalıdır.

KARŞI OY YAZISI

Dava, davacının vakıf evladı olduğunun tespiti istemine ilişkindir.

Direnme yoluyla Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun önüne gelen uyuşmazlık; bu davada, evladiyetin tespiti konusunda daha önce verilen ve kesinleşmiş bulunan mahkeme kararlarına dayanılarak davacının vakıf evladı olduğunun tespitine karar verilip verilemeyeceği, davacı ile vakfeden arasında soybağının kanıtlanıp kanıtlanmadığı noktasında toplanmaktadır.

Konunun daha iyi anlaşılması ve açıklığa kavuşturulması için, öncelikle evladiyete ilişkin gerek Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun önüne gelen bu davanın, gerekse daha önceki kesinleşmiş mahkeme kararlarının -vakfedenle davacının soy bağının kanıtlanması açısından- temel dayanağını oluşturan 1960/124 E.sayılı veraset ilamı üzerinde durulması gerekmektedir.

Çünkü yerel mahkeme önceki kararında direnirken, dosyaya kanıt olarak sunulan Biga Asliye Hukuk Mahkemesinin 1960/124 E.sayılı veraset ilamında soybağı açısından kopukluk bulunduğunu, bu nedenle davacının vakfedenle soybağının kurulamadığını, bu ilamın daha önce verilen evladiyete ilişkin kesinleşmiş mahkeme kararlarının da temel dayanağını oluşturduğunu, sözü edilen kararların bu dava için kesin hüküm teşkil etmeyeceğini direnme kararına gerekçe yapmıştır.

Öyle ise davacının vakfedenle soybağının kurulup kurulmadığı açısından öncelikle 1960/124 E.sayılı veraset ilamının, sonra da bu ilama dayanılarak daha önce verilip kesinleşmiş olan mahkeme kararlarının bu davada güçlü delil niteliği taşıyıp taşımadığı; yerel mahkemenin direnme kararının, sözü edilen mahkeme kararlarının aksini kanıtlayacak güç ve nitelikte herhangi bir kanıta dayanıp dayanmadığı hususlarının açıklığa kavuşturulması gerekir.

1-Yerel mahkemenin davanın reddine ilişkin kararına dayanak yaptığı bilirkişi raporları incelendiğinde:

Bilirkişiler, 1960/124 E. sayılı veraset ilamı üzerinde sadece karar metnine dayanarak inceleme yaptıklarını, bu ilamla davacı Şükrü Sokullu’nun da aralarında bulunduğu kişilerin tarihteki Sokullu Mehmet Paşa’nın -eşi Esmehan Sultan’dan olma oğlu İbrahim Paşa aracılığıyla- torunu olduklarının belirlendiğini, ancak bu ilamın tarihsel bilgiler ile tanık anlatımlarına dayandırıldığını, hem secerede kopukluk taşıdığını hem de bilimsel usullerle bulunmuş tarihsel verilerle çatıştığını, bu nedenle de davacının Sokullu Mehmet Paşa soyundan (füruu) olduğunu ayrıca ispat etmesi gerektiğini, bunun da bunca yüzyıl sonra mümkün olmadığını, ayrıca bu konuda veraset ilamının dayandığı belgeleri görmeden soyağacı ile ilgili bir hükme varmanın mümkün bulunmadığını bildirmişlerdir.

Öncelikle belirtelim ki söz konusu veraset ilamı, bilirkişilerin dediği gibi salt tanık anlatımlarına ve tarihsel verilere dayanılarak verilmiş değildir. Şöyle ki;

Biga Asliye Hukuk Mahkemesinin 11.05.1960 gün ve l960/124 E.-121 K. sayılı veraset ilamı; ilgililerin İstanbul, Biga ve Karamürsel nüfus memurluklarından getirtilen aile nüfus kayıt tabloları, soy ağaçlarını gösteren secereler, yeminle dinlenen tanıkların anlatımları, 8 sefer 1339 tarihli veraset hücceti ve nüfus kayıtları, Osmani yahut Teskere-i Meşahili Osmaniye’de mevcut kayıt suretleri ile İstanbul mahkemelerinden alınmış müteaddit ilamlar (İstanbul Asliye 12.Hukuk Mahkemesinin 1954/580 E., İstanbul Asliye 2.Hukuk Mahkemesinin 1956/156 E., İstanbul Asliye 8. Hukuk Mahkemesinin 1959/842 E., İstanbul Asliye 6.Hukuk Mahkemesinin 1955/.. E., İstanbul Asliye 3.Hukuk Mahkemesinin 1951/879 E., Kadıköy Asliye Hukuk Mahkemesinin 1959/712 E. ve l948/732 E. Sayılı veraset ilamları), özellikle İstanbul Asliye 12.Hukuk Mahkemesince verilen 1959/982 E.sayılı veraset ilamı ile Biga Asliye Hukuk Mahkemesinin l960/124 E. Sayılı veraset ilamının tevhidi (birleştirilmesi) suretiyle verilmiştir.

Yukarıda dayanakları belirtilen Biga Asliye Hukuk mahkemesinin 11.5.1960 gün ve 1960/124 esas sayılı veraset ilamı ile tevhit edilmiş (birleştirilmiş) bulunan İstanbul Asliye 12.Hukuk Mahkemesinin l959/982 E.sayılı veraset ilamının iptali için İstanbul Asliye 6.Hukuk Mahkemesine dava açılmış, yapılan yargılama sonunda 13.12.1984 gün ve 1964/419E.- 1984/540 K.sayılı kararla bu ilamın hukuken geçerli delillere dayandığı gerekçesiyle verasetin iptali davası reddedilmiştir.

Bu açıklamalardan sonra bilirkişi raporlarına dönülecek olursa; 1960/124 E.sayılı veraset ilamının, bilirkişilerin raporlarında belirttikleri gibi salt tarihsel bilgiler ile tanık anlatımlarına değil, gerekli ve yeterli bilgi ve belgelere dayanarak verilmiş bulunduğu anılan ilam içeriğinden kolayca anlaşılmaktadır. Sözü edilen veraset ilamı henüz iptal edilmemiş ve halen hukuken geçerliliğini korumaktadır. Diğer bir deyişle ortada güçlü delil niteliğinde bir ilam vardır ve aksi kanıtlanıncaya kadar geçerlidir. Bilirkişilerin, 1960/124 E.sayılı veraset ilamında davacı ile Sokullu Mehmet Paşa arasında soy bağının kurulması bakımından kopukluk bulunduğu hususundaki görüşleri, bu ilamın aksini kanıtlamaya elverişli ve inandırıcı nitelikte herhangi bir bilgi ve belgeye de dayanmamaktadır. Bu konuda bilirkişilerce kaynak gösterilen bazı kitap, ansiklopedi ve makaleler ile bunlarda yer alan soyağacı tablolarına dayanılarak, mahkemece verilmiş bulunan veraset ilamının aksinin kanıtlandığı kabul edilemez.

Sonuç olarak; birden çok veraset ilamının tevhidi sonucu Biga Asliye Hukuk Mahkemesince verilmiş bulunan 1960/124 E.sayılı veraset ilamının aksini kanıtlayacak nitelikte ve güçte kanıtlar gösterilip mahkemeye sunulmadığı gibi, bilirkişi raporları da bu konuda sağlam ve inandırıcı herhangi bir belgeye dayanmamaktadır. Bu nedenle bilirkişilerin, veraset ilamının aksini kanıtlamaya elverişli -hukuken geçerli sayılacak nitelikte- somut belge ve kanıtlara dayanmadan, bu ilamda soybağı açısından kopukluklar olduğu, davacının Sokullu Mehmet Paşa’nın soyundan geldiğinin şüpheli bulunduğu yolundaki görüşleri soyut iddiadan ileri gidememektedir. Öyle ise mahkemece, bilirkişilerin soyut-varsayıma dayalı görüşlerini içeren raporlarına itibarla -veraset ilamının aksine- davacının Sadrazam Sokullu Mehmet Paşa ile soy bağının kurulamadığı gerekçesi isabetli değildir.

2- Şimdi de bu davada, evladiyetin tespiti konusunda daha önce verilen ve Yargıtay denetiminden geçerek kesinleşmiş bulunan mahkeme kararlarına dayanılarak davacının vakıf evladı olduğunun tespitine karar verilip verilemeyeceği, davacı ile vakfeden arasında soybağının kanıtlanıp kanıtlanmadığı hususunda Yargıtay 18.Hukuk Dairesi ile Yerel Mahkeme arasındaki uyuşmazlığa değinelim.

Yargıtay Hukuk Genel Kurul’un önüne gelen bu uyuşmazlığın çözümü için, öncelikle davacının dayandığı mahkemesi ve esas numaraları 18.Hukuk Dairesinin bozma kararında açıkça belirtilen vakıf evladı olduğunun tespitine ilişkin kesinleşmiş mahkeme kararlarının eldeki bu dava bakımından ne tür bir kanıt olduğunun açıklığa kavuşturulması gerekir. Başka bir anlatımla, sözü edilen yargı kararları, bu dava açısından kesin delil mi (diğer bir deyişle kesin hüküm mü) yoksa güçlü delil mi sayılmalıdır?

Aşağıda değinilecek olan Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun emsal kararları ile İçtihadı Birleştirme kararı, yukarıdaki soruyu yanıtlamak ve dolayısıyla yerel mahkeme ile 18.Hukuk Dairesi arasındaki uyuşmazlığı çözüme kavuşturmak açısından yeterli olacaktır.

Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 9.4.2003 gün ve 2003/20-266 E. 2003/285 K. sayılı kararında da açıkça belirtildiği üzere; hukukumuzda kesin deliller sınırlı olup, bunlar ikrar (HUMK. md.236), senet (HUMK. md.287), yemin (HUMK. md.337) ve kesin hükümdür (HUMK. md.237).

HUMK. nun 237.maddesi uyarınca kesin hüküm, ancak konusunu oluşturan husus hakkında geçerli olup; görülmekte olan bir dava açısından ortada kesin hüküm vardır denilebilmesi için, davanın taraflarının ve konusunun ve dayanılan hukuki sebebin aynı olması gerekir.

Somut olaya baktığımızda; evladiyete ilişkin daha önce verilip kesinleşen yargı kararları ile eldeki davada taraflar ve dayanılan hukuki sebep aynı ise de davanın konusu farklıdır. Bu davada davacı, Ertuğrul Gazi vakıflarında vakıf evladı olduğunun tespitini istemiştir. Öyle ise, burada dava konusu edilen hususta kesin hükümden ve dolayısıyla kesin delilin varlığından söz edilemez.

Buna karşın, davacının Osmanlı Devletinin kurucusu Osman Bey’e kadar ki Osmanlı sultanlarıyla soybağı kurularak onların vakıflarında vakıf evladı olduğunun tespitine ilişkin kesinleşmiş yargı kararları, önümüzdeki bu davada güçlü delil sayılmalıdır.

Öyle ise davacının Ertuğrul Gazi’nin soyundan geldiğinin saptanması bakımından, Osmanlı sultanlarının kurduğu vakıflarda vakıf evladı olduğunun tespitine ilişkin kesinleşmiş mahkeme kararlarının tarafları bağlayan güçlü delil olduğu yadsınamaz.

Nitekim Yargıtay Hukuk Genel Kurulu, Vakıf şerhinin kaldırılması istemli bir davada, dava konusu Şehzade Mehmet Vakfının türü, niteliği ve tavize tabi olup olmadığı açısından, daha önce verilip kesinleşmiş olan yargı kararının güçlü delil oluşturacağını kabul etmiş; belirtilen hususların güçlü delil niteliğindeki kesinleşen yargı kararı ile saptanmış bulunduğuna karar vermiştir (Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 28.5.2003 gün ve 2003/1-348 E. 2003/378 K.sayılı kararı).

Yine Yargıtay Hukuk Genel Kurulu, galeyle hak kazanan vakıf evladı olduğunun tespiti istemine ilişkin bir davada davacıların, vakfedenle irtibatlarını ayrıca kanıtlamalarına gerek olmaksızın vakıf evladı olduklarının kabul edilebilmesi”ni, murislerinin galeyle hak kazındığını gösteren kesinleşmiş bir mahkeme kararını sunmaları koşuluna bağlamıştır (Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 17.12.2003 gün ve 2003/18-767 E, 2003/771 K.sayılı kararı). Hukuk Genel Kurulu’nun bu kararından kolayca şu sonuca varılmaktadır: Kesinleşmiş yargı kararı ile bir kimsenin belli bir kişiyle (vakfedenle) arasındaki soy bağı kanıtlanmış ve onun kurduğu vakıfta vakıf evladı olduğu tespit edilmiş ise bu kimsenin daha sonra açtığı bir davada o vakfedenle aralarındaki soy bağını ayrıca kanıtlamasına gerek kalmayacaktır.

Yargıtay Genel Kurulu’nun nesebin kanıtlanması”na ilişkin 24.2.1943 gün ve 1942/27 E., 1943/11 sayılı içtihadı birleştirme kararında evvelce vakıftan nesebi sabit olmuş kimse varsa nesebin vakıfa kadar isal ve ispatına lüzum olmayıp, o kimseye isal ve ispatı kafidir denildikten sonra sonuçta: …Vakıf birden ziyade olsa da bu vakıfların tevliyetine müstehik olduğunu dava eden kimsenin evvelce vakıfların evladı evladından olduğu tahakkuk eden kimseye isal ve ispat etmesi kafi olup, mütevellinin vakıflardan her birinin evladından olması nasıl olabileceğinin ve bu hususun ne suretle sübut bulmuş olduğunun tahkik ve tetkikine lüzum olmadığına karar verilmiştir (Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararları, Yargıtay Yayınları No.9, İkinci Basım- 1984, s. 92- 94).

Değinilen İçtihadı Birleştirme kararını, günümüz Türkçesiyle yinelemek ve somut olaya uyarlamak gerekirse: Kesinleşen yargı kararıyla bir kimsenin belli bir vakıf kurucusunun soyundan geldiği ve vakıf evladı olduğu saptanmış ise bu soy bağının o vakfedene kadar ulaştığının ayrıca kanıtlanmasına gerek yoktur. Vakıf (vakfeden) birden çok olsa da vakıf evladı olduğunu dava eden kimsenin daha önce kesinleşen yargı kararlarıyla aralarında soy bağı kurulan kimseye (vakfedene) ulaşmış olması yeterlidir. Bu hususun görülmekte olan davada ayrıca soruşturulup araştırılmasına gerek bulunmamaktadır.

Somut olayda, Dairemizin bozma ilamında mahkemesi ve esas numarası yazılı olan yargı kararlarıyla davacı Şükrü Sokullu’nun sadrazam Sokullu Mehmet Paşa ile onun eşi olan Esmehan (İsmihan) Sultanla ve Esmehan Sultan’ın babası Padişah 2.Selim’den başlayarak Osmanlı Devleti’nin kurucusu Osman Bey’in oğlu Orhan Bey’e kadar (Orhan Bey dahil) Osmanlı sultanlarıyla soy bağının kurulmuş bulunduğu ve onlar tarafından tesis edilen -Cumhuriyet döneminde davalı Vakıflar genel Müdürlüğü’nce mazbut vakıflar arasına alınmış bulunan- vakıflarda vakıf evladı olduğunun tespit edildiği anlaşılmaktadır.

Yukarıda değinilen Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararı ile Hukuk Genel Kurulu’nun emsal kararları göz önünde tutulduğunda; Yargıtay denetiminden de geçerek kesinleşmiş bulunan söz konusu mahkeme kararlarının görülmekte olan bu davada, davacı ile vakfeden arasındaki soybağının kanıtlanması açısından birer güçlü delil oluşturduğunun ve davacı Şükrü Sokullu’nun en son Orhan Bey ile arasında soy bağının saptanmış bulunduğunun kabulü gerekir. Bu nedenle de davacının Orhan Bey’e kadar uzanan soy ilişkisinin eldeki davada ayrıca kanıtlanmasına gerek yoktur.

Güvenilir Osmanlı Tarihi kitapları ile Başbakanlık Devlet Arşivi kayıtlarına göre de eldeki davaya konu edilen vakıfların kurucusu Ertuğrul Gazi’nin Orhan Bey’in dedesi olup, bu durum Osmanlı Tarihi ders kitaplarını okuyan herkesçe bilinen bir gerçektir.

Sonuç olarak; daha önceki mahkeme kararlarının temel dayanağını oluşturan ve aksi kanıtlanıncaya dek geçerli olan Biga Asliye Hukuk Mahkemesi’nin 1960/124 E.- 121 K.sayılı veraset ilamının (mirasçılık belgesinin) gerçeği yansıtmadığı yöntemince kanıtlanıp mahkemece iptal edilmiş olmadığına göre ve özellikle davacının Osmanlı Devletinin kurucusu Osman Bey’in oğlu Orhan Bey’e kadar uzanan soy bağıyla ilgili kesinleşmiş bulunan güçlü delil niteliğindeki yargı kararlarının varlığı karşısında; davacının, Orhan bey ve giderek Orhan Bey’in dedesi Ertuğrul Bey (Gazi) ile aralarında soybağının kurulamadığından söz edilemez; davacının Ertuğrul Gazi’nin vakıflarında vakıf evladı olduğunu kanıtlayamadığı gerekçesiyle mahkemece davanın reddine karar verilmesi doğru olamaz.

Açıklanan tüm bu nedenlerle Yargıtay 18.Hukuk Dairesinin bozma kararı yerindedir.

Yargıtay’ın yerleşmiş uygulamalarına ters düşen ve özellikle davacı ile vakıf kurucusu arasında soybağının tespiti bakımından- güçlü delil niteliğindeki kesinleşmiş mahkeme kararlarını gözardı eden, hukuken geçerli sayılabilecek ve sözü edilen yargı kararlarının aksini kanıtlayacak güçte herhangi bir kanıta dayanmayan bilirkişi raporlarına itibarla davanın reddine karar verilmiş olması isabetli değildir. Bu nedenle yerel mahkeme kararının bozulması görüşündeyiz. Çoğunluğun onama kararına katılmıyoruz. (¤¤)