Devlet ve Köken

DEVLET VE KÖKEN

Av. Onur ALTINKAN

Nedir devlet?

İnsanların bir arada yaşayarak toplumu oluşturma, bir topluluk meydana getirme güdülerinin sosyolojik ve psikolojik sebepleri olmadığını savunmak, devletin meşruiyetinin insanların mukavemetinden arındırılarak sağlanacağını iddia etmekle aynı derecede gereksizdir.

Devletin meşruluğunu anlamak; devletten önce nasıl bir yaşayışın var olduğunu, devleti oluşturan sebeplerin neler olduğunu, insanların bir araya gelerek topluluk meydana getirdikten sonra devlet oluşturma düşüncesinin ivazlılık içeren bir sözleşmeye dayanıp dayanmadığını, cevap olumlu ise hükümlerin neler olduğunu ortaya koymayı ve bu anlamda hukuk felsefesine giriş yapmayı gerektirmektedir.
Devlet bekası, devletin meşruluğu, devlet geleneği, rejimler, ekonomik veya sosyal sınıflar, kişi hak ve hürriyetleri gibi nice kavramların altını doldurabilmenin yegane yolu da devlet kavramının doğumu sürecini anlayabilmek ya da en azından bu yönde bir fikre sahip olmakla mümkündür. Nitekim günümüzde devlet ile başka bir devleti ya da devlet ile insanı karşı karşıya getiren sebeplerin birçoğu tarafların (keza devleti meydana getiren şey bir topluluk sözleşmesi ise) sınırları hakkında bilgi ve fikir sahibi olmamasından kaynaklanmaktadır.
Tarihsel süreçte site devletlerinin doğa tarafından meydana getirilmiş ve tanrılar tarafından korunan bir yapı olduğu ve insanın tüm faaliyetlerinin devletin çıkarına hizmet etmeye yönelik olduğu, toplumun insanlar tarafından meydana getirilmeyip doğa tarafından meydana getirildiği ve dolayısıyla toplumun (ve devletin) kurulamayacağı, sadece düzenlenebileceği görüşüne karşılık; sofizm akımının yarattığı aydınlanma, devletin ve toplumun insan ürünü olduğu savını ileri sürmüştür.
İnsan ürünü olduğu ifade edilen devletin kökeni konusunda ise fikir ayrılığına düşülmüş ve devletin bir toplum sözleşmesi sonucunda meydana geldiği görüşüne karşılık, devleti kuran kudretin “güç” olduğu fikri öne sürülmüştür. Tam da bu noktada devletin meşruluğu ve adalet kavramının içeriği hakkında düşünmekte fayda vardır. Devlet, toplumu meydana getiren insanların ortak iradesiyle meydana getirilen bir toplum sözleşmesinin sonucuysa, ana hukuk kurallarının bu sözleşmenin hükümleri olduğu ve toplumu oluşturan tüm bireylerin sözleşmeye katılmasıyla bağlayıcılık kazandığı ileri sürülebilecek, bu anlamda insan iradesinin sonucu olan devlete tanınan ayrıcalık bir fikre göre nispeten meşru sayılabilecektir.
Devletin doğumuyla güç kavramı arasında ilinti kurulması ise, devletin ve yasaların güç sahiplerine ait olduğu, dayatılan adaletin objektif bir kavram olmayıp devlete, yani güç sahiplerine hizmet ettiği çıkarımlarını gündeme getirebilecek ve devlet kavramına meşruiyet tanımak mümkün olmayacaktır. Bu varsayımın kabulü halinde güç ile kurulan devlete karşı sergilenen mukavemeti meşru saymak gerekecek ve zaman içinde güç kazanan başkalarının devlet kurma iradeleri meşru kabul edilmek durumunda kalınacaktır. Nitekim, devletin kökeninin güç olduğunun kabul edilmesi ya da varsayılması, güç dengeleri değiştiği zaman yeni güçlülerin de devlet kurma iradelerinin haklı bir sebebe dayandığının kabulünü gerekli kılacaktır. Günümüz uluslararası hukukunun da en temel problemlerinden biri budur.

Platon, insanların bir araya gelme sebeplerini ihtiyaçların karşılanabilmesi adına duyulan gereksinimden ibaret görmekte ve bu şekilde oluşan topluluğun doğal olarak devleti meydana getirdiğine inanmaktadır. Devletin ise güç terazisinde bir kefenin ağır basması neticesinde oluştuğuna değil, bunun doğal bir oluşum olduğuna inanarak iktidarın filozoflar ve soylulardan oluşması gerektiğini ifade etmektedir. Aristo ise, toplumu ve dolayısıyla devleti meydana getiren süreci, insanların ihtiyaçlarını karşılayabilmesi sığlığından çıkararak mutluluk ve huzur için kat edilmiş doğal bir yol olarak görmektedir.

Devletin kavramsal ve fiziksel doğuşunu güç dengesinin lehlerine bozulan taraf iradesinde aramayıp, bir çeşit toplumsal sözleşmenin insanlar tarafından meydana getirildiğini savunan ve tarihsel süreçte modernleşerek gelişen fikir akımının en önemli isimlerinden birisi ise Epikür’dür. Bu anlamda Epikür ve okulunun getirdiği düşünce; insanların başlangıçta bir çeşit “doğa durumu” vaziyetinde bulundukları, ancak bencilliklerine ve egolarına yenik düşmeleri sonucunda haksızlıkların meydana geldiğini ve güvensiz bir ortamın doğduğunu ifade etmektedir. İnsanlar yine kendi bencillikleri sebebiyle haklarını koruyabilmek adına başkalarının haklarına saygı gösterme ödününü vermişler ve zımnen bahsi geçen toplum sözleşmesini meydana getirmişlerdir. Bu noktada doğa durumunda ilkel bir vaziyette yaşayan insan toplumunun av hayatıyla tanışması ve çeşitli aletleri kullanabilmeye başlaması kanaatimce birçok önemli sonuç doğurmuştur.

Bunlardan en önemlileri, insanların daha çok protein alabilmesiyle beynin gelişmeye başlaması, beyin geliştikçe bencil olan insan karakterinin evleviyetle av, av aletleri, barınak ve toprak üzerinde mülkiyet kavramını gündeme getirebilmesi olarak sayılabilmelidir. Dolayısıyla devlet kavramını mülkiyet kavramından ve bu kavrama yüklenen her türlü anlamdan bağımsız düşünmek olanaksızdır. İster liberal düzenlerdeki nispeten ferah mahiyette özel mülkiyet, ister kamu mülkiyetinin ağır basma suretiyle mevcut olduğu rejimler düşünüldüğünde, mülkiyet ve bir eşyaya malik olma güdüsünün insan karakterinde bulunmadığı bir ütopyada devletin de gereksizliği göz önüne gelebilecektir. Dolayısıyla Epikür ve okulunun insanın bencil bir varlık olduğu ve bu sebeple devletsiz bir ortamın çatışmaya yol açacağı fikri katılmaya değecek nitelikte mantık içermektedir. İnsan, kendi beyninin ve bencil yapısının ürünü olan mülkiyet kavramını doğurmuş ve yine kendi bencil yapısı gereği kavramın kendisini ve zilyet olduklarını koruma ihtiyacı hissederek devlet kavramını doğurmuştur. Devletin kökeni güce bağlanacak olsa da, toplum sözleşmesi doktrinine bağlanacak olsa da, her iki ihtimalde de insanın bencil yapısı ve malik olma arzusunun önce mülkiyet kavramını sonra da devleti doğurduğunu söylemek pek de yanlış olmayacaktır.

Epikür doktrini, tüm siyasal toplumun, yasaların ve ilkel ya da pozitif hukukun kökeni olarak bahsi geçen toplum sözleşmesini görmektedir. Yunan topraklarının Makedonlar tarafından ele geçirilmesi dönemine rastlayan Stoacı doktrin ise, tüm insanların tanrısal bir yasanın hükmü altında olduklarını, doğal ve tanrısal yasaya boyun eğmek suretiyle toplum yaşamının ve devletin oluşabileceğini, insanların aralarında hiçbir ayrım olmadığını, aralarında bir farklılık bulunmayan insanların tanrısal yasaya boyun eğmesiyle Dünya Devleti’nin oluşması gerektiğini ifade etmektedir. Stoacı doktrin tarafından öne sürülen Dünya Devleti fikri ve felsefesi, sonraları başta Jean Jacques Rousseau başta olmak üzere bir çok düşünürün aklını çelecek ve günümüz komplo teorisyenlerinin de gözdesi olacak bir düşüncedir.

Hukuk sosyolojisi sistematiğinde bakıldığında, hukukun ve devletin kökeninin evleviyetle iki ana ayrıma tabi kılındığı görülmektedir. Bunlar devlet ve hukukun insan iradesinin sonucu olduğunun savunulması ile toplumun, devletin ve yasaların tamamının tanrısal ve doğal olduğu, insanların sadece bunlara biat etmeyle yükümlü olduklarının savunulmasıdır. Hukukun insan iradesinin ürünü olarak doğduğu savı ise yukarıda bahsedildiği ölçüde toplum sözleşmesi fikri ile güçlünün hukuku fikri bağlamında bir ayrıma tabi tutulmaktadır. Örneğin Polybios devletin kökeninin güç doktrininde olduğu ve güçlü tarafın iradesinin neticesi olarak devletin doğduğunu savunur, Ciceron ise devletin kökeninin tanrısal ve doğal olduğunu savunarak Stoacı doktrine yaklaşır. Orta Çağ düşünürlerinden Thomas Hobbes veya yakın dönem düşünürlerinden John Locke ve Jean Jacques Rousseau ise toplum sözleşmesi ve insan iradesi fikrini öne sürmektedir.

Bir takım düşünürler ise her doktrinden kendilerine birer parça fikir bölerek adeta karma yapıda bir düşünce üretmeye çalışmıştır. Örneğin, Aquino’lu Thomas, insanların ortak yarar sağlama adına toplumu ve devleti oluşturduğunu söylemek suretiyle devletin kökeninin insan iradesi neticesinde oluştuğunu ikrar etmekte ve toplum sözleşmesi fikrine yaklaşmakta, ancak iktidarı ve yasa koyuculuğu Prens’in eline bırakarak güç doktrinini de reddetmemektedir. Ancak bir yandan da iktidarın tanrısal ve iradesel yasaların dışına çıkması halinde de halkın direnme hakkı olduğunu ifade etmektedir. Bu düşünce, başta Anayasa’mızın 34. maddesi olmak üzere pozitif hukuk normlarının birçoğuna temel teşkil edecek niteliktedir.

Çağımızda artan terör olayları, devlet kurma iradesiyle hareket eden gruplar, bölünen devletler, tanınan veya tanınmayan devletler, halkın üstünden baskısını kaldırmayan iktidarlar, bu iktidarlara direnmeyi hak gören halklar, savaşlar, işgaller ve daha nice halin meşru olup olmadığı veya hangilerinin meşru olup hangilerinin gayri meşru olduğu hususu; 2500 yıldır hukuk felsefesi üzerine fikirler üreten düşünürlerin fikirlerinde ve devlet ile hukukun kökeninde saklıdır.

Devletin ve hukukun kökeninin tanrısal veya doğal olduğu ileri sürülüp devlete ve iktidarlara kutsal bir misyon bahşedildiği kabul edilirse; iktidarların baskısı meşru sayılacak, halkın direnme hakkı reddedilecek, yeni devletler kurulması doğal konjonktürel ortamın bozulması mahiyeti taşıdığından gayrimeşru sayılacak ve mevcut konjonktürü değiştiren her türlü siyasal hareket tanınmayacaktır.

Devletin ve hukukun kökeninin güç ve kuvvet olduğu kabul edildiği takdirde ise; terör olaylarını da, devlet kurma hayalindeki grupların fikir ve eylemlerini de, baskıcı iktidarları da meşru görmek gerekecek; hukukun bir güçler savaşı dengesine oturtulmasıyla direnme hakkı da direneni ezme hakkı da meşru sayılmak zorunda kalınacaktır. Dolayısıyla hem iktidarını kaybetmek istemeyenler, hem de iktidarı ve devleti yıkmak isteyenler meşru bir savaşımın parçaları olarak görülerek güçler dengesini lehine çevirmeye çalışan taraflar sayılacaklardır.

Devlet ve hukukun kökeninin bir toplum sözleşmesi sayılması halindeyse, sözleşmenin sınırları ihlal edilmediği sürece konjonktürü değiştirmeye yönelik her türlü hareket gayrimeşru sayılmalıdır. Ancak sözleşme sınırlarının dışına çıkıldığı takdirde; örneğin vatandaşın fikri ve fiziki güvenliği sağlanamadığı halde, sınırlar aşılarak toplumun verdiği yönetme hakkı kötüye kullanıldığı halde Anayasa’da da düzenlenen normlar göz önüne alındığında “direnme” meşru bir hak olarak görülecektir. Devlet idaresi toplum iradesiyle verilen yetkilerin dışına çıkmadığı sürece de terör ya da devleti yıkma girişimleri gayrimeşru bir nitelikte görülecek ve bunları baskılamak meşru sayılacaktır.

Netice itibariyle günümüzde güç doktrininin ne olduğunu bilmeden çarpık bir şekilde bunu savunan ve buna uygun düşer mahiyette eylemlerde bulunan devletler, iktidarlar veya gruplar varlığını sürdürse de, bu taraflar kendi her eylemini meşru görerek sahip olduğu kuvvetin her şeyin çözümü olduğunu düşünse de, kökeni toplum sözleşmesinde görmekten başka çare yoktur. Tarihsel devinimde devletin kökeni bakımından gerçeklik, belki de güç doktrininin öngördüğü biçimde meydana gelmiş olabilir. Ancak günümüz pozitif hukukunda toplum sözleşmesi fikrinin modernleştirilmiş düşüncesini kabul etmek ve buna uygun bir biçimde devlete, iktidarlara ve tüm vatandaşlara bir sınır belirlemekten başka çare gözükmemektedir. Dolayısıyla devlet bekası için her yol mübah olmayıp, toplum sözleşmesiyle belirlenen sınırların dışına çıkan devletin devletlikten çıkacağı kabul edilmelidir. Devlet, devletlikten çıkmadığı takdirde, devleti yıkmak gayri meşru bir çaba olacak ve bunun baskılanması meşru görülecektir.
KAYNAKLAR:
AKAD, Mehmet / VURAL DİNÇKOL, Bihterin, Genel Kamu Hukuku, Der Yayınları, İstanbul, 2006
CAN, Cahit, Hukuk Sosyolojisinin Antropolojik Temelleri ve Genel Gelişim Çizgisi, Siyasal Kitabevi, Ankara, 2011
HİRŞ, Ernst, Hukuk Felsefesi ve Hukuk Sosyolojisi Dersleri, Banka ve Ticaret Hukuku Araştırma Enstitüsü, Ankara, 2001
Av. Onur ALTINKAN tarafından yazılan bu makale, hukukihaber.net sitesinde 15 Ekim 2015 tarihinde yayınlanmıştır.

Write a Comment